Yakın talebelerinden Ankaralı Ahmed Hilmi Efendi’nin Gümüşhânevî’nin Terceme-i Hâli isimli risalesinde Ahmed Ziyâeddin Efendi’den hatıralarla birlikte şu hikmetleri naklediyor:
Yazın Sarıyer’de ihvandan birinin bağında birkaç gün kalırlardı. Bir gün ev sahibi: “Efendim, sizi subaşlarına götüreyim de bentleri görün” dedi. Şeyh Efendi “Oraya sular nerelerden gelir” dedi. Ev sahibi “Dağlardan derelerden gelir efendim “dedi. “Dağlara derelere nerelerden gelir” dediler. Ev sahibi “Dağlardan çıkar, bazen gökten yağar” deyince Şeyh Efendi “Ben zannettim ki Hacı Muhammed Efendi bizi hakikat sularının başına götürecek” diye tasavvuf diline yorunca herkes mest oldu, ben dahi orada idim.
Hacca gitmeden önce ziyaretine gelenlere “Hacca giden kimseye yolda ve zamanı gelince sarf etmek için dört hurç lazımdır birine para, birisine sabır ve birine havf ve birine şükür doldurmalı.” derlerdi.
“Zira senin gözünle görmediğin ateşten, mesela bir mumdan yüz mum yaksan o mumun hiç ışığı ve ateşi eksilmez. Yanan mumun kendilerinde ateş oluşur. O bir mumun ateşi dokunmakla diğerinde ateş ve ışık oluştu veya o yanan mumun ateşinden biraz ateş soyulup onlardan ateş ortaya çıktı. Buna aklın ermezken Vücûd-ı Bârî’ye nice aklın ersin. Ondan bahse cesaret edersin, insaf et.” buyururlardı.
Mihrapta buyururlardı ki “Nakşibendîler indinde vahdet-i şühûd var, vahdet-i vücûd yoktur. Her ne kadar kitaplarda vahdet-i vücûda dâir sözler çoksa da onu sol heybene koy.”
“Râbıta demek muhabbet demektir. Hatta iskeledeki hamala bile mümindir diye imanından dolayı muhabbet etmek lazımdır. Meşayıh ve ulemamız nerde kaldı. Hubbu fillâh, bu’zu fillâh mine’l-imân/Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek imandandır.” buyururlardı.
“Râbıtayı Mevlânâ Hâlid Efendimize mi, yoksa şeyhime mi etmeli” diye sorulduğunda “Sâlik balarısı gibi olur, hangi çiçekte bulursa ondan alır” diye cevap verirlerdi.
“Cenâb-ı Hakk’a vuslat nefsin başını kesmekle, varmak ise mâsiyetten uzak durmaya sabırla olur” buyururlardı.
Devlet adamlarından ziyaretine gelen bazı kimseler millet-i İslâm’ın halinden bahsedip, “Halimiz nasıl olacak?” deyince “Boğaziçi’nde kale ve köşk yapmak ile meşgul olacağınıza şeriat kılıcını eline alıp ihlâs topuyla düşmanın başını ez” buyururlardı.[1]
Diğer tarikat erbabından ziyarete gelip Hatm-i Hâcegân-ı Şerîf’e oturmak isteyenlere “Bir kapıda her kapıdadır, ama her kapıda olan hiçbir kapıda değildir, yani evliyaullahın hepsi Nebevî ışıktan istifade ettikleri için hangisine bende olursan hepsini sevmiş olursun. Her birini dolaşayım dersen hiç birinde olmuş olmazsın.” derlerdi.
“Tâlibe dünyâyı talâk-ı selâse ile boşamak lazımdır” diye buyururlardı.[2]
Eyüp Sultan ziyareti dönüşünde vapura binmişken yanımıza ihvandan askerî kâimmakâmı gelerek Şeyh Efendimizden hilâfeti olmayan bir zatın meclisine gittiğini ifade ettiklerinde “Hele şu dümenciye bak hiç gözünü kaptandan ayırır mı? Eğer ayırsa, kimi karaya veya bir muhâtaraya uğrar” deyip mürit olanın üstadının sohbet ve meclisinden gönül ve gözünü ayırıp başka yere meyletmemesine işaret buyurdular.
Mihrapta Cuma günü ihvanın hallerine uygun olarak buyururlardı ki “Ben ne edeyim, ‘hâlim perişan, tarikte istikamet edip bir hâl ve zevk kazanamıyorum, kendimi bir halde bulamıyorum’ dersin. Hala yokluk tarafına gitmeyip kendi varlığını düşünürsün. Terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i terk ederek kendini Hakk’a teslim edip rızâ-yı ilâhîyi talep ve işlerinde Hakk’a tevekkül, şeriatte istikamet, âdâb-ı şeriatle edeplenmiş olarak ne gelirse Hak’tan bilip kaza ve kadere razı olmazsın. Halbuki ahireti isteyene terk-i dünyâ lazımdır. Hakikat olmazsa hükmen olsun. Yani ailesinin ihtiyaçlarını fazla olanını Allah için sarf etmekte cimrilik etmek, namerde muhtaç olmayacak kadar rızka kanaat ediniz. “Zikrin hayırlısı gizli olan, rızkın hayırlısı ise yeterli olandır.”hadîs-i şerîf mısdakınca kanaat edin. Tilkinin hikayesi malumdur. Bir tilki tuzağa düşmüş. Her tarafa çabalamış ise de kurtulamamış, hile ile güya kendini ölmüş gibi gösterip bayılıp yatmış. Avcı gelip öldü zannıyla tuzağı açmış, tilki sıçrayıp dağa doğru kaçmış. Sonra bir kurt veya ayı bir tuzak olan laşeye yiyeyim diye yine o tuzağa düşmüş. Başlamış her tarafa bağırmaya, tilki gelip debelenene demiş ki ‘Nafile kurt kardeş, boşuna savaşırsın. Senden önce ben çok çabaladım, kurtuluşa çare bulamadım. Ölmekten başka yol ve çare yok. Ölmeli, ölmeli. Avcı seni ölmüş zannıyla tuzağı açar sende kurtulup kaçarsın.’ Kurt da öyle yapmış. Sözün özü mevt-i ihtiyarî ile ölüp varlığından kurtulmalı. O zaman olacağım davalarından vazgeçmeli. Bundan işaret ve hisse “Ölmeden önce ölünüz.” sırrına mazhar olup her ne gelirse Hak’tan bilip kendi varlığından geçmektir. “Varlığın başka bir günaha hacet bırakmayacak bir günahtır.” mazmununu düşünerek “Tedbir almayı isteyince, tedbir almamayı tedbir eyle.”kelamını ehlullahın hal eylediğini gör. Kendi sıfatını Cenâb-ı Hakk’ın sıfatının gölgesi ve eseri bilip fenâ-fillah, bekâ-billah mertebelerini elde etmiş arif-i billah olanlara kemaliyle muhabbet ve anların halleri ile hallenmeye talip ol.[3]
İlim tahsil edip icazet almış olan kimseler huzurlarına geldiklerinde taşraya giderek ilim tedris etmeyi tavsiye eder, köylerde kalmayıp merkezlerde bulunmayı salık vererek “Akıllı, sütünü yoğurt torbasına koyup şehre gelir, akılsız sinek ciğere konar köylere gider” derdi.[4]
[1] Ankaralı Ahmed Hilmi, Gümüşhânevî’nin Terceme-i Hâli, 8a-8b.
[2] age, 9a.
[3] age, 9b-10b.
[4] age, 10b.