Oflu Yusuf Şevki Efendi’nin rivayetine göre Mısır’da ikameti esnasında tarik-i meşayıh kendi aralarında bir sohbet esnasında şöyle “Dünyada Gümüşhaneli gibi bir zat daha yoktur. Şöhreti var ama harikulade bir kerameti yok, bizler ise her gün bir harikulade hal gösteririz.” demişler. Rifaî şeyhlerinden birisi “Evet, her birimiz harikulade hal gösteririz, ateş yutarız, havada dururuz, vücudumuza kılıç vururuz ancak bundan dünya ve ahret için ne fayda vardır. Halbuki o zatta bir keramet vardır ki hiçbirimizde yoktur.” demiş. “Nedir o keramet” denildiğinde, “Şeriatle tarikati meczedip birini diğerinden ayırmayarak, birini diğerine üstün tutma kolaylığına kaçmadan bir dengede tutmaktan büyük keramet olmaz. ‘Kerametin en büyüğü istikamettir’ denilmiştir. O, zahirini şeraitle batınını tarikatle süsleyen bir zattır” demiş.[1]
Ankaralı Ahmed Hilmi Efendi naklediyor:
Beni bir gün hatm-i hâceden sonra hücrelerine çağırarak elime bir kitap verdiler. Bir kısmı damıtma, bir kısmı yazma bir eser. Kütüphaneye gidecekmiş. “Şu kitabı tashih et, bana getir” buyurdular. Ben de aldım ve medreseye geldim. Kitabı bir köşeye bıraktım yemek hazırlamaya başlar başlamaz şeyh efendi zuhur etti. Odanın içinde “Sübhanallah” diyerek kendimi topladım ve tekrar nazar ettim ki hemen kayboldu. Gözlerimi sildim “acaba bana bir hal mi oldu” dedim. Anladım ki kitabı tashih etmeden başka bir iş yapmama müsaade yok. Hemen bir talebe çağırıp kitabı tashihe başladım.
Ankaralı Ahmed Hilmi Efendi anlatıyor:
Medreseye talebe olduğumdan beri hadis-i şerif derslerine devam ederdim. Bir seher vakti şehvet galebe etti, ne yaptıysam şehveti bertaraf edemedim. Arkadaşımla “her halde evlenmekten başka çare yok” diye konuştuk, karar verdik. O sabah derse geldim Şeyh Efendi hadisin mânasını açıkladılar. Takrir sırasında “Fakir talebe şehvetini yenemez, hemen evleneyim diye kast eder, halbuki onun ilacı kıyam ve sıyamdır.” diyerek takrire devam ettiler. Halbuki bu dersi ben fakirden başkası anlamadı.
Ankaralı Ahmed Hilmi Efendi’den naklen:
Bir zaman halvette bulundum. Bitmesine iki üç gün kala zikrin edeplerini anlattılar. Akşam ile yatsı arasıydı konuşma bir hayli uzadı. Vücudumun zafiyetinden dizlerim ağrımaya başladı. Kalbimden “Bu kadar uzatmasanız ne olurdu.” diye düşündüm. Sonra yatağa yattım uyku ile uyanıklık arası bir halde odanın köşesinden bir nur zuhur ederek bizlere “Anlayamadın mı buna meşâyıh-ı izâm derler.” diye hitap etti.
[1] age, 3b-4a.