Lügat itibariyle “davet, çağrı” anlamlarına gelen ‘edep’ kelimesinin çoğulu olan ‘adap’, uyulması gereken görgü kuralları ve göz önünde tutulması lazım gelen esaslar, izlenmesi icap eden usul gibi mânaları ihtiva etmektedir.[1] Ayrıca ilahî kurallarca insanda bulunması faziletli huyların var olması haline de ‘edep’ adı verilmektedir.
Kâşânî, edebi itidalde olmak, sâlikin ifrat ve tefrit arasında orta bir yol tutmasıyla taşkınlık ve sıkıntı, yani ifrat ve tefrit arasındaki sınırın korunması olarak tanımlamaktadır.[2]
Ebu Ali Dakkak edebi tanımlarken, “Kul ibadeti ve taatiyle cennete, ibadet ve taatteki edebi ile Allah’a vasıl olur.” der.[3]
Tasavvuf yolunda edep, her işi hikmeti mucibince, yerli yerinde yapmak ve bunun için gerekli şartları yerine getirmektir. Bir sûfînin mutlak gayesi olan Allah muhabbetine ve rızasına kavuşmasının yolu tasavvufî çevre olan şeyh, ihvan ve insanlar ile tasavvufî pratiklerin ifasında zâhirî ve bâtınî hikmeti gözeterek hareket etmektir. Bu sebepten dolayı olsa gerek mahlûkatın nefesleri sayısınca olduğu kabul edilen Allah’a giden yolların anahtarı, et-turûku küllühâ âdâbün ‘yolların tamamı edepten ibarettir’ ilkesiyle edebin eline verilmiştir.
Edepleri terk etmek sâliki maksuda ulaşmaktan, kavuşmaktan men eder, mahrum kılar. Bu sebepten dolayı arifler; Men tereke’l-usûl, harume aleyhi’l-vusûl, “Kim usulü terk ederse ona vusül haram kılınmıştır.” demişlerdir.[4] Yahya b. Muaz; “Arif, marufu olan Allah ile edepli olma halini terk etti mi mahvolanlarla birlikte mahvolur gider.” der.[5]
Sûfîlerin sefer, hareket, ikamet, hal ve durumlarına göre bir takım edepleri vardır. Bu adap konusu onların şekil ve usul bakımından başkalarından ayrıldıkları, kendilerine has özel durumlarıdır. Ayrıca onların birbirlerine olan üstünlükleri edep sayesinde bilinmektedir. Yine bu sayede sadık sûfîlerle yalancı ve iddiacılar birbirinden ayrılmakta, tahkik ehli olanlar ortaya çıkmaktadır.[6]
Tarikat dilinde çoğu zaman ‘yol, yöntem ve metot’ mânalarına gelen ‘usul’ kelimesiyle eş anlamlı ve zaman zaman birlikte zikredilen ‘adap’ kelimesi içeriğine göre, sûfîler tarafından âdâb-ı tarîkat, âdâb-ı mürşid, âdâb-ı mürîd, âdâb-ı sülûk, âdâb-ı zikir, âdâb-ı sohbet vs. terkipleriyle birlikte kullanılmaktadır.
Zaman içerisinde tasavvuf literatüründe içeriğinde zikrin adabı da dahil olmak üzere konusunu tarikat usul ve adabının oluşturduğu âdâb-ı tarîkat, usûl-i tarîkat, tarikatnâme, mi’yâr-ı tarîkat, hurde-i tarîkat, erkannâme gibi eserler de oluşmuştur.
Tarikatin önemli esaslarından olan zikrin uygulanışı, mânasının gereğince tahakkuk etmesi ve istenen tesirinin uyanması için tasavvuf ehli tarafından çeşitli kaidelere bağlanmıştır. Bunlara âdâb-ı zikr veya usûl-i şuğl gibi isimler verilmektedir. Bu kaideler tarikatlerin esas kabul ettikleri yöntem ve terbiye metotlarına göre farklılık arz etmektedir.
Muhyiddin ibnü’l-Arabî’nin Risâletü’s-Sülûki’l-Kâdiriyye isimli eserine göre Kadiriyye Tarikati’nde beşi evveline, on ikisi haline ve üçü sonrasına ait olmak üzere zikrin adabı yirmidir:
Öncesine ait olan beş vecibe: 1. Tevbe, 2. Gusletmek veya abdest almak, 3. Sükût ve sükûn, 4. Şeyhinden istimdât beklemek, 5. Şeyhi onun naibi kabul ederek şeyhinin istimdâdını Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in istimdâdı bilmek.
Zikrin içinde olan on iki vecibe: 1. Temiz bir yerde, kıbleye karşı, teşehhüdde oturur gibi oturmak, 2. Ellerini dizlerinin üzerine koymak, 3. Güzel koku sürmek, 4. Temiz elbise giymek, 5. Karanlık bir yeri tercih etmek, 6. Gözleri yummak, 7. Şeyhini iki gözü arasında temessül ettirmek,[7] 8. Talepte sadakat sahibi olmak, 9. Talepte ihlaslı olmak, 10. Zikirde Lâ ilâhe illallah’ı tercih etmek, 11. Zikrin anlamını kalp ile düşünmek, 12. Kalbi Allah’ın dışında her şeyden nefyetmek.
Zikrin sonunda gerekli üç husus: 1. Huşûlu bir şekilde edeplice susmak, 2. Zamanı daha ziyade kalp ve basiretin tenviri, hicâbın kalkması ve şeytan nefisten gelecek düşüncelere aldırmamak yolunda geçirmek, 3. Ne zikirden evvel, ne de sonra su içmemek.[8]
Rifâiyye Tarikati’nde sülûkun esaslarını beyan ettiği eserinde Kenan Rifâî bu tarikatte zikrin adabını şu şekilde açıklamaktadır:
1. Huzur bilincinde olmak, 2. Mânaya vakıf olmak, 3. Kalpten havâtırı çıkarmak, 4. Elbisesi temiz olmak, 5. Bedeni temiz olmak, 6. Taze abdest almak, 7. Kıbleye yönelmek, 8. Gözleri yummak, 9. Hâlî bir mekanda oturmak, 10. Sesini kendi işitebileceği kadar çıkarmak, 11. Hak’tan gayrısından uzaklaşmak, 12. Riyadan kaçınmak, 13. İhlas denizine müstağrak olmak, 14. Zikirden önce şeyhinden himmet talep etmek, 15. Ve kalbini şeyhine raptetmek.[9]
Abdullah Salahaddin-i Uşşâkî Halvetiyye’nin Uşşâkiyye koluna ait usulü cem ettiği eserinde; “Sâlikin zikirden hiçbir vakit ve hiçbir halde ayrılmaması lazımdır. Lakin zikrin tesirinin de şartları vardır.” dedikten sonra zikrin adabını sayar:
1. Temiz bir yerde oturmak, 2. Kıbleye yönelmek, 3. Karanlık bir yerde bulunmak, 4. Tam bir taharetle temizlenmek, 5. Gözleri yummak, 6. Zikri sağdan sola doğru almak, 7. Huzur-i kalple mânasını zikretmek, 8. Dizleri üzerine yahut bağdaş oturmak, 9. Kalbini mürşidi vasıtasıyla Hakk’a rabtetmek, 10. Mürşidi feyz-i İlâhî’nin kapısı bilip o kapıdan feyz beklemek.[10]
Şeyh Karabâş-ı Velî, Miyâr-ı Tarîkat isimli eserinde Halvetiyye’nin Karabâşiyye şubesinde zikrin edeplerini şöyle ifade etmiştir:
1. Tenha bir yer tercih etmek, 2. Temiz bir mekanda zikretmek, 3. Abdestli olmak, 4. Kıbleye yönelmek, 5. İki elini dizleri üzerine koymak, 6. Gözlerini yummak, 7. Rabıta yapmak, 8. Kelime-i tevhidi sağdan alıp soluna vermek, 9. Zikri kalp huzuruyla yapmak, 10. Zikri insanın bütün organlarını tahrik edecek şekilde cehr ile yapmak.[11]
Zikretmekten bir sonuç almak için bir takım adaba dikkat etmek lazımdır” diyen İbrahim Fahreddin Efendi, Halveti-Cerrahî yolunda zikrin adabını dokuz maddeyle açıklar:
1. Tevbe-i Nasuh, 2. Gusül veya namaz abdesti ve güzel koku sürmek, 3. Sükûn ve göz yummak, kalben tevhit ile meşgul ve mütefekkir olmak, 4. Dizüstü oturmak, ellerini dizlerine koymak, 5. Elbisesi helal olmak, 6. Gayet az aydınlık mekanda olmak, 7. Ahvaline kimse muttali olmamak, 8. Münkerât-ı kalbi izale etmek, 9. Zikirden sonra su içmemek.[12]
Necmeddin Dâye, muhalled eseri Mirsâdü’l-İbâd’da Kübreviyye’de zikrin edep ve şartlarını şu şekilde sıralar:
1. Nasuh bir tevbe ile bütün günahlardan istiğfar etmek, 2. Halktan yüz çevirerek zikirle ünsiyet kurmak, 3. Zikre başlamadan önce mümkünse gusletmek, aksi halde mutlaka abdestli olmak, 4. Elbise ve mekan temizliğine dikkat etmek, 5. Zikredilecek yerin boş ve karanlık olmasını sağlamak, 6. Mümkünse hoş kokular serpmek, 7. Kıbleye doğru, bağdaş kurarak oturmak, 8. Zikir esnasında elleri dizlere koymak, 9. Kalbi (feyze, tesire) hazırlamak, 10. Gözleri aşağıya bakmak. [13]
Miftâhu’l-Felâh ve Misbâhu’l-Ervâh isimli eserinde İbni Ataullah el-İskenderî, Şazelî yolunda zikrin edeplerini zikrin öncesinde, zikir esnasında ve zikir sonrasında olmak üzere üç kısma ayırmaktadır.
Zikrin öncesinde: 1. Riyazetlerle nefsi terbiye etmek, 2. Özü yumuşatıp inceltmek, 3. Halktan ayrılarak özü huzura hazır hale getirmek, 4. Farz olan ilimleri öğrenmek, 5. Niyetlerini şer’e intibak ettirmek, 6. Haline uygun bir zikir seçmek, 7. Helal yolla alınmış, temiz elbise giymek, 8. Helal lokma yemek.
Zikir esnasında: 1. İhlas, 2. Meclisin güzel kokulandırılması, 3. Kıbleye karşı bağdaş kurarak oturmak, 4. Avuçları dizlere koymak, 5. Gözleri yummak, 6. Kalbiyle şeyhin himmetinden yardım dilemek, 7. Tazim duygusu içinde zikretmek, 8. Kelime-i Tevhid’in nefy bölümüyle Allah’tan başka her şeyi kalpten silmek, ispat bölümüyle kalbe ve oradan bütün bedene tevhidi yerleştirmek, 9. Her seferinde zikrin mânasını kalpten geçirmek.
Zikir sonrasında: 1. Kalbe doğacak ilhamlardan gafil olmamak, uyanık olmak, 2. İlhamlar tamamlandıktan sonra bir müddet sessizlik ve sükûneti sürdürmek.[14]
Yukarıda verilen farklı tarikatlerin zikir usullerine baktığımızda sayıların farklı olmasına rağmen esas ortak noktanın zikre hazır olma hali ve zikir sırasında huzur-ı İlâhî yakalamak olduğu söylenebilir. Ayrıntıların tamamı bu iki duruma hizmet etmek için var gibi görünmektedir.
Kitabımızın da konusu olması bakımından tarihi seyri içerisinde ilk dönem Nakşilik, Müceddidiyye ve Halidiyye ile ilgili kaynaklarda zikir adabıyla alakalı görüşleri beyan etmek uygun olacaktır.
Muhammed Pârsa, Bahâeddin Nakşibend’in sohbetlerinden derlediği Risâle-i Kudsiyye adlı eserinin zikirle ilgili bölümünde hazretten naklen zikir sırasında uyulması gereken kaideleri sıralamaktadır:
1. Havâtırı def emek, 2. Vukûf-ı Kalbî (kalbe hâkim olmak), 3. Sayıya riayet etmek, 4. Zikrin tesirine riayet etmek. (Tevhid zikrinde lâ derken beşerî vücut yok olmalı, illallah derken de ilahî cezbelerin hakimiyetinin tesiri görülmelidir.)[15]
Hâce Pârsa, Şâh-ı Nakşibend’in bu açıklamalarını izah ederken şu esaslara dikkat çekmektedir:
1. Tevbe, 2. Talebin samimi olması, 3. Zikrin tasarruf sahibi kâmil bir şeyh tarafından tayin edilmesi, 4. Tasfiye-i kalple meşgul olmak, 5. Tevhid zikrinde haps-i nefes (nefesi tutmak), 6. Nigah-daşt (gönle gelen düşünceleri kontrol etmek), 7.Yâd-daşt (Hakk’ı müşahede ve onda fâni olmak).[16]
İmam-ı Rabbânî Mektûbât’ında zikir için; çam kozası şeklinde kalbe teveccüh etmek, Allah lafzını kalp üzerinde yürütmek, zikir sırasında azalarını kasten hareket ettirmemek, tam mânasıyla kalbe dönük olarak oturmak gibi şartlar sayar.[17] Bunlarla birlikte mecbur olmamakla beraber abdestli olmayı fazilet kabul eder.[18]
Müceddidiyye’ye mensup 18.yy. Osmanlı dönemi meşayıhından Mehmed Emin Tokadî İrşâdü’s-Sâlikîn isimli eserinde zikir yapmak için sâlikin tam temizliği sağlamak, dış etkenlerden ayrılmak, tenha bir yerde kalp huzuruyla kıbleye yönelmek ve dil ve kalbin birbirine uyumlu olması gibi edepler saymaktadır. Aynı yolun takipçilerinden Kösec Ahmed-i Trabzonî Silsiletü’l-Hâcegân’da zikirden arzulanan tam faydanın elde edilebilmesi için, bunlarla birlikte yerine getirilmesi gerekli bazı şartlar sıralar:
1. Zikir, ehil bir şeyhin telkiniyle olmalıdır, 2. İhlas ile yapılmalıdır, 3. Muhabbeti artırma ve vuslata erme istenmelidir, 4. Gaflete düşmeden, huzur ile yapılmalıdır, 5. Zikir, nefis için değil Allah için yapılmalıdır, 6. Kalp zikirle değil, zikrolunanla alakalanmalıdır.[19]
Hâlidiyye’nin müessisi Hâlid-i Bağdâdî’nin bizzat kaleme aldığı Risâle-i Hâlidiyye isimli eserde virdin edepleri ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır:
1. Abdest almak, 2. Kimsesiz tenha bir yeri tercih etmek, 3. Kıble’ye karşı oturmak, 4. Sağ incikleri üzerine oturup ayaklarını sol taraftan çıkarmak, 5. Bütün his ve düşüncelerini bırakıp 5 veya 15 veya 25 kere istiğfar etmek, 6. Zelil ve miskin bir halde itiraf-ı kusur ile birlikte kabul için ve zikre tevfik, sünnetlere ittiba ve hüsn-ü hâtime için dua etmek, 7. Bir Fatiha, üç İhlas okuyup sâdâtın ruhlarına hediye etmek, 8.Râbıta-i mevt yapmak, 9.Râbıta-i mürşid yapmak, 10. İlâhi ente maksûdî ve rıdâke matlûbî, a’tınî mahabbeteke ve ma’rifeteke! (Allah’ım, maksudum sensin ve ben senin rızanı istiyorum; bana senin muhabbetini ve ma’rifetini ihsan eyle!) lafzını üç kere söylemek, 11. Vukûf-ı kalbî (Allahlafz-ı şerîfinden murat olan Zât-ı ecell ü a’lâ hazretlerine bütün kalbiyle, müteveccih olmak).
Hâlid-i Bağdâdî’nin halifesi Muhammed bin Abdullah el-Hânî ise Behcetü’s-Seniyye isimli eserinin zikrin adabıyla ilgili kısmında İmam-ı Şârânî’nin Nefehât’ına atıfla yukarıda Kadiriyye’de zikrin edepleriyle alakalı zikredilen yirmi maddelik kısmı aynen tekrar etmektedir.[20]
Halidiyye hulefasından Hüseyin Hamdi bin Hüseyin Hasbihâlü’s-Sâlik isimli eserinin âdâbü’ş-şuğûl isimli bölümünde zikrin adabını şöyle sıralar:
1. Abdest almak, 2. Kerahat vakti değilse iki rekat namaz kılmak, 3. Kıbleye yönelmek, 4. Ayaklarını sol tarafından çıkarıp sağ yanı üzere oturmak, 5. Kalbi üzere hafif meyletmek, 6. Gözlerini yummak, 7. Lisanıyla eûzü besmele’den sonra beş kere salavât-ı şerîfe getirmek ve on beş kere estağfirullah demek, 8. Râbıta-i mürşid yapmak, 9. Zikir esnasında İlâhi ente maksûdî ve rıdâke matlûbî, a’tınî mahabbeteke ve ma’rifeteke! (Allah’ım, maksudum sensin ve ben senin rızanı istiyorum; bana senin muhabbetini ve ma’rifetini ihsan eyle!) lafzını söylemek, 10. Zikir için seher vaktini, sabah namazından sonra işrak vaktini, akşam namazından evvel ve sonra yatsıya kadar ki mübarek ve duaların kabul olduğu vakitleri ganimet bilmek.[21]
Nakşibendiyye’nin bir şubesi olarak Halidî-Ziyâiyye tarikatinde zikrin adabıyla alakalı yirmi maddeden oluşan bir usul benimsenmiştir. Bunlardan yedisi zikrin zâhirî edebi, yedisi bâtınî edebi, ikisi zikir ve rabıtanın tesirine muntazır olmak, dördü de ebvâb-ı ilâhiyye denilen şeriat, tarikat, hakikat ve marifettir.
Mustafa Fevzi Efendi, Rehber-i Zâkir isimli bu manzum eserinde kendisinin de içinden yetiştiği yolun sülûk yöntemlerinin en önemlilerinden olan zikrin edeplerini gerekçeleri ve delilleriyle birlikte konu edinmiştir.
Ona göre her ibadette bir edep vardır ve zikir ehlinin de tabii olarak edepleri vardır. Mü’minler hep edep ehlidirler ancak bazıları mücrim olabilirler. Bazı edepsizlerden dolayı dervişleri edepsiz zannetmek doğru değildir. Her grubun yalancıları vardır. Bu edepleri sûfîler kendileri uydurmuş değillerdir, muhakkak bunlar Kur’an ve hadise dayanır ve Peygamberimize ulaşır.[22]
Mustafa Fevzi Efendi’nin Rehber-i Zâkir’deki beyanına göre zikrin; yedisi zâhirî, yedisi bâtınî, ikisi tesir ve dördü ebvâb-ı ilâhiyye olmak üzere yirmi adabı vardır. Müellifimizin bunlarla ilgili açıklamalarını ve bu mefhumlardan ne anladığını kısaca beyan etmek gerekmektedir.
1. Zikrin Zâhirî Adabı
a. Abdestli Olmak
Abdestli olmak mü’minin silahı olduğu için zikir ehli abdestli olmayı zikrin edeplerinden kabul etmiştir. Abdestli kişiye şeytan yaklaşamaz. Şeytan insanın damarlarında dolaşarak onu tesiri altına almaya çalışır, nefisle birleşerek gönül âlemini berbat eder, türlü havatırlar ilham eder. Sâlik bu durumda zikir ve tefekküründen lezzet alamaz hale gelir. İşte bütün bunlara tedbir ilaçlardan biri abdestli olmaktır. Abdest olsun ya da olmasın her zaman zikir üzre olmak gerektir, ancak huzur bilinciyle alınan abdestin faydaları sayısızdır. Bir özür olmadıkça zikri abdestli ifa etmek gereklidir. Ehlullah dahi zikri abdestli yaparlar ancak onların abdesti yalnız zâhirî abdest değil, onlar sureti terk etmemekle birlikte sır ile gayptan abdest alırlar. Şühûd ehli abdest aldıklarında onlarda beşeriyetten eser kalmaz ve mâsivâdan pak olurlar.[23]
b. Hâlî Mekanda Kıbleye Karşı Oturmak
Zikrederken yapılacak güzel şeylerden biri yalnız bir mekanı tercih etmektir. Kalabalıkların içinde kalp kesretle meşgul olacağından yalnız mekanda zikir makbul sayılmıştır. Kimsenin görmediği bir ibadet riya, süm’a, ucuptan uzak ve Allah katında makbul olur. Halktan uzak kalp rahata kavuşacağı için Nakşibendiler bu edebi şart kabul ettiler. Bu zümrenin gizli zikri tercihinde de sâlikin halini muhafaza etmesi arasında bağ vardır. Yalnız mekandan meram zâkirin zikrine, fikrine ve haline kimsenin vakıf olmamasıdır.
Bu yola tarîk-i hufye denmesinin sebebi farz, vacip ve sünnetleri açıktan yaparken zâhir ve bâtında her işlerinin gizli olmasıdır. Yalnız mekanda kişi rahat bulur, çokluk ise karışıklıklara sebeptir. Allah’a yakınlık, her şeyden el çekerek zikir, Allah’ın feyzi ve nuru, rıza makamının cilveleri, varidatlar, zikrin kuvveti, kalp ve canın saflaşması, aşk-ı İlâhî, Allah yolunun en yakını hep halvet ve yalnızlıktadır.
Hâli mekanın da en iyisi diğer varlıklardan hiç eserin olmadığı karanlık bir yerdir. Derviş haline güvenmiyorsa topluluğun olduğu yerlerde zikir dersini yapmaz. Tarikat kardeşi ya da samimi birisi olursa onun yanında mânevî vazifeyle meşgul olmanın sakıncası yoktur.
Hâli mekanla birlikte kıbleye dönmeyi de hiç terk etmemelidir. Hatta hiçbir zaman kıbleden yüzünü dönmeden oturmak güzel olur. Zâhiren kıbleye dönerken, içten mekandan münezzeh olan Hakk’a bağlanmak gereklidir. Özür hallerinde yalnız mekanda zikretmek ve kıbleye dönmek terk edilebilir, ancak mümkün mertebe sürekli zikirle meşgul olmak esastır.[24]
c. Aks-i Teverrük Oturmak
Üçüncü edep sahabe gibi aks-i teverrük oturmaktır. Bütün işleri hikmetin özü ve Peygamberimizin sünneti olduğu için onların uygulamalarını takip etmek gereklidir. Sâlikler ashaba uymak için böyle yaparlar, bunla birlikte böyle oturmanın birçok hikmetleri de mevcuttur. Aks-i teverrük oturmada garip bir hal takınmak, mânevî yoksulluk hissi ve hüzün vardır. Zâhiren böyle fakirane dururken içten mânevî zevk ve safa oluşur. Mânevî fakirlik; bâtınî bir zevk, gizli bir nimet ve gönül ehli için övünçtür. Allah yolunun başlangıcıdır, Allah’ın sevdiği bir haldir, kulluğun zirve noktasıdır. Sonuç olarak miskinlik yani mânevî fakirlik Allah’a karşı fakirlik, mahlûkata karşı kalbin tok olmasıdır. Aks-i teverrük oturmanın bir hikmeti de böyle oturunca kalbin bollukta ve askıda kalmasını sağlamasıdır. Böyle askıda kaldığında kalp zikretmeye devam eder. Salihlerin ve züht ehlinin uyurken sağ tarafa yatmalarının da sebebi budur. Bu halde düşünceleri toparlamak ve kalbi yüksekte tutarak eğildiğinde kalple yüz yüze gelerek hayal gözüyle kalbe bakmak vardır.
Kadınların namazda oturuşlarına teverrük denir. Aks-i teverrük ise bunun tam tersi istikametinde ayakları sol taraftan çıkararak oturmaktır. Başta böyle oturmak zor gelse de zamanla buna alışılır. Zikir ehli özür harici durumlarda zikir sırasında böyle oturmalıdır.[25]
d. Zikirden Önce İstiğfar Etmek
Dördüncü edep zikirden önce tevbe etmektir. Allah tevbeyi sever. Tevbe kulun Rabbine ilticası ve sığınmasıdır. Affa ve kulun azizliğine sebep olur. Peygamberler ve özellikle Peygamberimiz günahsız olmalarına rağmen tevbe-istiğfârı vird edinmişlerdir. Sâlikin kulluğundan nâşî kendisinde korku oluşur, herkesi kendisinden üstün görür, kendisini, ibadet ve taatini hep eksik görür hatta bu durum ye’s ve kedere sebep olabilir. Bu durumda umut kapısına bağlanarak istiğfarı vird edindiğinde korku ile umut dengesi oluşmuş olur. Bahusus zikir zamanı önce kusurlarını hatırlayarak istiğfarla kusurlarını temizlemek gerekir. Abdest ile huşu ve ihlas ile rücû ettikten sonra Allah’a kalpten niyaz etmelidir. Geçmişi hatırlayarak işlediği günahlardan tiksinmelidir. Bununla birlikte farzlardan borçlarını kaza etmeli, insanlara borcu varsa ödemelidir.
Zikirden önce istiğfarı beş, on beş veya yirmi beş defa yapmak gerekir.
Beş sayısında bazı sırlar ve rumuzlar vardır. Peygamberimizin ismi beş harften oluşur, mânevî latifeler beş adettir, duyu organları beştir. Mânevî âlemler dört mertebedir, insân-ı kâmille beş olur.
Tevbe dört mertebedir; günahlardan, ibadetlerdeki eksikliklerden, mâsivâdan ve kendi varlığından tevbedir.
Tevbeyi tek sayıda bırakmak da hikmetli olur. Çünkü Allah tektir, teki sever.
Tevbe hususunda havf ve reca halinde olmak padişahın huzuruna davet edilen ve kendisi de huzura çıkmak isteyen insana benzer. Kendine çeki düzen verirken heyecan ve arzuyu birlikte yaşar. Hakk’ın huzuruna çıkmak da böyledir. Sâlik de hem huzura varmak istemeli, hem de o makama layık olmaya çalışmalıdır. Padişahı gözlerken dış ve iç pisliklerden temizlenmeye gayret etmelidir. İşte bâtını istiğfar ile temizlemek mümkündür.[26]
e. Bir Fatiha İle Üç İhlas Okuyup Sâdâtın Ruhlarına Hediye Etmek
Zikrin edeplerinden beşincisi Fatiha ve üç İhlas okuyarak sâdât-ı Nakşibendiyye’nin ruhlarına hediye etmektir. Aksi mümkün ve caizse de Fatiha’nın İhlas’tan önce okunması daha faziletlidir.
Peygamberimiz ve sâdâtın buna muhtaç olmadığı, hatta bu kıraatin sevabı okuyana döneceği halde onların muhabbetini celbetmek için bu hediye kendilerine gönderilir. Bu halin misali padişaha hediye götüren bendeye benzer. Padişah o hediyeye muhtaç değildir, bununla birlikte kişi hem padişaha yol bulmuş olur, hem de padişah tarafından misliyle ödüllendirilir.
Sâdâttan kastedilen bütün meşayıh veya Nakşi şeyhleri değildir. Maksat şeyhiyle Peygamber Efendimiz arasındaki silsiledir. Nakşibendî-Ziyâiyye sâdâtı Peygamberimizden Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’ye kadar otuz üç mürşittir.[27]
f. Sâdât-ı İzâmın Ruhlarından İstimdâd Etmek
Zikrin adabından altıncısı yukarıda bahsi geçen sâdât-ı kirâma kalben iltica ederek mânevî yardımlarını ve lütuflarını istemektir. Kendisini onların huzurunda hayal ederek onlara doğru ilerlediğini düşünmektir. O haldeyken eksiklerini ve kusurlarını onlara arz ederek Allah’tan halini kendilerine bildirmesini istemesidir.
Bu şekilde kim onlardan yardım isterse Allah’ın izniyle onların yardımına erişir. Çünkü evliyâullahın ruhları ölücü ve kaybolucu değildir. Onlar yalnızca mekan değiştirirler. Her müridin onlara ihtiyacı vardır.
Halk arasında zâhiren mürşidi olmayan, ancak kalbî olarak bir veliye bağlı bulunup onların terbiyesinde olan kimseler vardır. Bunlara üveysî denir. Bu gibi kimselerin alimlerden olması daha kuvvetle muhtemeldir. İnsanlar arasında binde bir bile değillerdir. Her işleri ilme uygundur, kalpleri de karışıklıklardan uzaktır.
Böyle sıra dışı kimseler dışında her zaman bir yol göstericiye ihtiyaç vardır. Çünkü mânevî yolların korkunç ve tehlikeli tarafları, sayısız yol kesicileri vardır.
İşte sâdât-ı kirâm, sâlikleri bu tehlikelerden koruyan ve irşat eden kimselerdir. Kişi Allah yolunda, Allah için gayret sarf etse, veliler yolunun kapısını bekleyerek bir veliye kalbini bağlasa, o kul Peygamberimizin kalbiyle irtibat kurar. Böylelikle Peygamberimiz onu ismi ve suretiyle tanır. Allah katında onu kayırır. Evliyaullah da Peygamberin varisleri oldukları için ona ayrıcalık tanırlar, iltimas ederek onu Peygamberimize arz ederler.
Veliler âlemde tasarruf sahibidir. Sözleri Allah katında makbuldür. Varlıkları etkileri altına almışlardır. Hayatta veya ölmüş olmaları fark etmez. Kim zor durumda kalırsa Rabbine iltica eder, velilerden yardım ister. Velilerin Allah katındaki makamları için imdat bekler. Ancak şunu bilmek gerekir ki Allah’ın izni olmadan hiçbir şey olmaz. Kendilerine tabi olanlar için velilerin himmetleri ve gayretleri vardır.
Nakşibendi silsilesine bağlı olduğun müddetçe kalbin mânevî neşesi artmaya devam eder. Bağlılık olmaz veya koparılırsa onlar da sana yönelmezler, mânevî güçlerini de anlayamazsın, sana faydaları olmaz. Esas olan bağlılıktır. Bağlılık olmadıkça onların sevmesinin bile faydası olmaz. Bu durum Nuh aleyhisselam’ın kendisine iman etmeyen oğluna faydasının olmamasına benzer.
Sonuç olarak senden olmadığı gibi sensiz de olmaz
Sende bağlılık, mürşitte ise himmet olmalı.[28]
g. Zikrederken Gözlerini Yummak
Zâhirî edeplerin sonuncusu, mâsivâdan uzaklaşmak için gözleri yummaktır. Böylelikle havâtır giderilmiş ve kalpte mümkün mertebe birlik oluşmuş olur. Göz yumulunca kuruntular ve nefsin istekleri ortadan kalkar, mâsivâ kalbe yol bulamaz. Bütün bunlar birden ortadan kalkmaz ama süreç içinde çalışarak hasıl olur.
Göz açıkken her neye bakılırsa o kalpte eser bırakır, düşüncelerini dağıtır. Renkler ve şekiller kalpte coşarak fikrini etkisi altına alır. Bu durumdan yolun sonuna ulaşan müntehîler etkilenmese de yolun başındaki mübtedîler güçlük çekerler.
Dünya ve dünyalıktan göz yumulunca her şey bir görülmeye başlanılır. Kuruntu ve hayaller kalpte yerini İsm-i Celâl olan Allah lafzına bırakır, kalbe nur gelmeye başlar. Göz yummak ölülerin haline benzer. Şanı, şöhreti ve dünyalığı ölü gibi terk etmek gerekir. Böyle ölülerin halini taklit ederek gerçekten terk etme hali kazanılabilir. Bu bir bakıma ölmeden önce ölmektir.
Zikirde göz yummak sünnettir. Peygamberimizin Hazreti Ali’ye tavsiyesidir.
Gözleri yummak zâhirî edeplerden yedinci sıraya kalmıştır ancak uygulamada hâli mekanda kıbleye yöneldikten sonra gözleri yummak gerekir.
Özür hallerinde göz yummadan da zikir yapılabilir. Bilhassa insanların içindeyken göz yummamak daha iyidir. İnsanlar halini gördüklerinde hafî zikrin mantığı zedelenmiş olur.[29]
2. Zikrin Bâtınî Adabı
a. Râbıta-i Mevt
Zâhirî edepleri yerine getirdikten sonra sıra bâtınî adaba gelir. Bunlardan ilki ölümü tefekkür etmektir. Ölümü tefekkür etmek şöyle yapılır:
Azrail aleyhisselâm, ruhu kabzetmek üzere gelir, bu sırada şeytan kişinin imanına musallat olmaya çalışır. Gözdeki perdeler kalkarak âhiretteki makamı görünmeye başlar. Mücrim bir haldedir ve etraftaki kimseden bir fayda da yoktur. Bu hali düşünerek kişi hesabını yapmalı ve hüzünlenmelidir. İnsan işte bu son nefeste bin bir güçlükle dünyadan ayrılır. İmandan başka kendisine arkadaş olacak yoktur. Sonrasında gasil, tekfin, defin ve imamın telkini ayrıntılı tefekkür edilir. Ölümün pençesinde, vücut yara içinde ve kalp paramparça, dünyadan nasibi kesilmiş, yapayalnız kabirde dehşet içinde iken kabir sarsılır ve insanı sıkar. Böyle dermansız hor ve hakir iken sorgu melekleri gelir ve insanı sorguya çekerler. Günahlar o kişiye perde olmuşsa kabrin içinde çok sıkıntılar vaki olur. Zebanilerin türlü azapları ve vücudun ızdırabı, günahların arzedilmesinden hasıl olan dehşet hayale gelmeyecek şekillerde zahir olur. Bu, kıyamet kopup insanlar haşr edilinceye kadar böyle devam eder.
Kimsenin kimseye yardımının dokunmadığı mahşer gününde insanlar bir yere toplanırlar. Peygamberler dahi nefislerini kurtarma derdine düşmüşlerdir. Bir yanda cehennem kükrerken diğer tarafta arş-ı âlâ titremektedir. Allah’ın Celal ismi tecelli etmiştir, Cemal yüz göstermez. İşte herkes bu haldeyken senin durumun ne olacak, bunu düşünmek gerekir. Mahşer hali elli bin yıl sürdükten sonra Yüce Allah’ın ‘ayrılın’ hitabıyla günahkârlar ayrılarak cehenneme sürüklenirler. Bu durumda günahlar sebebiyle senin de cehenneme atılmana hükmedilirse o zaman Allah’a yalvarırsın, Peygamber’den şefaat dilersin, sâdât ve pîrânın himmetlerine sığınırsın, onları ararsın, istimdâd edersin. Böyle feryat-figan ederken bir melek gelir ayrıcalık göstererek seni alır, huzura durmuş olan sâdâta götürürler. Onlara yalvardığında Peygamber Efendimiz sana merhamet eder, hâcegândan şefkatli bir pîr elinden tutar ve seni zebanilerden kurtarır. Ancak bu tamamen kurtulmuş olduğunu göstermez. O pîr, Allah’a yönelmeni ve zikretmeni ister. Birlikte zikirle meşgul olarak Allah’tan af dilersiniz.
Râbıta-i mevt yani ölümü tefekkür böyle yapılır. Bu bir düşüncedir ama yarın insanın başına gelecek olan budur. İnsan bu çalışmayı yaparak nefsini küçük görmeye başlar, kalbine rikkat gelir, hüzünlenir, kalbinde lezzetler bulur. Allah hüzünlü kalpleri sever.
Günde birkaç defa zikre oturulmuş olsa da râbıta-i mevti günde bir defa zikrin öncesinde yapmak kâfidir.[30]
b. Râbıta-i Mürşid
Ölüm hallerini düşündükten sonra râbıta-i mürşid yapılır. Çünkü o sâlik için feyiz kapısı, yolun başındaki için vuslatın anayolu, Allah’ın feyzinin başlangıç noktası, İlâhî aşkın kaynağı ve sâliklerin sığınağıdır.
Rabıta başka bir niyetle değil, yalnız Allah için ve ehline yapıldığında kişiye yol gösterir.
Rabıta, fark edilsin veya edilmesin insan hayatında tabî bir şeydir. Dünyalık şeylere rabıta yapanlar olduğu gibi nefse ve şeytana rabıta yapanlar da vardır. Bunlara rabıta edenlerin ruh ve kalpleri zarar görür. Doğru şeye rabıta yapmayı tercih etmelidir. Allah için sevmeyi bilirsek rabıtanın sırrı âşikâr olur.
Rabıta aşk ve muhabbettir. Bu sebepten sâliklere gereklidir. Bu konuda hadisler mevcuttur. Allah’ın Peygamber’ini sevmiş olması ve onu sevmeyi emretmesi rabıtanın en önemli delilidir. Peygamberi sevmeyi artırmak ve gönülde başka bir sevgi bırakmayarak sevginin icaplarını yerine getirerek onu aşka dönüştürmek gereklidir.
Yolun başındakilere belki zor gelebilir. Ancak zahmetle de olsa bunu yapmalı ve kalbi rabıtaya alıştırmalıdır.
İnsanı Peygamberin makamına götürecek Peygamber varisi bir mürşit ve rehber bularak eteğinden tutmak gerekir. Onun için fedakârlıklar yaparak kapısından ayrılmamak icap eder. İşte o pîre rabıta yapılır. Ona yapılan rabıta Peygamber’e yapılmış demektir. Bu padişaha ulaşmak için kendisini ona götürecek en büyük vezirinden istifade etmeye benzetilebilir. Kendisine böyle bir iyiliği yapacak kimseye minnet duymak ve onu unutmak mümkün değildir. Dünyalık işler için böyleyken şüphesiz mânevî hayat için durum daha da önemlidir. Şu durumda sultana kavuşmak için vasıta olan vezire hürmet etmek haram olmaz.
Sâlik için belki muhabbetle kalbi toplayarak yapılan rabıta, dünya düşüncelerinin karıştığı zikirden daha faydalı olur.
Rabıta ehlini kafir ilan edenler kendileri kafir olurlar. Onlar müritlerin şeyhlerine tapındıklarını düşünüyorlar fakat bu büyük bir iftiradır. Vicdanlı bir mü’min, mü’min kardeşini küfür ve şirkle suçlamaz. Sâliklere düşen bu saçma sözlere aldırmadan yollarına devam etmeleridir.
Namaz dışında her zaman rabıta yapmaya gayret etmelidir. Özellikle zikir vakitlerinde, zikrin öncesinde yapılmalıdır. Böylelikle yaptığın zikir ve tefekkür daha güzel olur. Zikrederken de doğal bir halde şeyhin hayali kalbe gelirse zikri mürşitle birlikte yapıyormuş gibi düşünmelidir.
Rabıta ile alakalı âyetler, hadisler ve selef-i sâlîhinin eserlerinden birçok delil mevcuttur.[31]
c. Râbıta-i Huzûr
Bâtınî edeplerden üçüncüsü râbıta-i huzûrdur. Huzur rabıtası yapanın kalbine nur ve feyiz gelir. Sâlik için gerekli uyanıklık halinin sebebi bu huzurdur. Bütün edeplerin gayesi de bu hale ulaşmaktır. Evliyanın talep ettiği şey, her ibadetin maksadı, ariflerin sermayesi, kâmil insanların özü huzur bilincidir. Vahdete kavuşmak, cennet girmenin sebebi, tasavvuftaki seyir makamları, sûfiyyenin ıstılahlarının gayesi hep huzur halidir.
Huzur, herkesin kabiliyeti nispetinde ortaya çıkar. Kâmil insanlardan zorlasan bile bu hal ayrılmaz. Herkes böyle olamaz. O zaman başta ibadetler olmak üzere her halde huzur bilincini yerleştirmek için gayret etmelidir. Bilhassa zikirde huzur fikrinde olmak gerekir, aksi durumda zikir bazı lafızların tekrarından öteye gitmez. Huzurun zıttı olan gaflet içinse başka bir çare yoktur.[32]
d. Vukûf-ı Kalbî
Dördüncü edep vukûf-ı kalbîdir. Keşif kapıları bununla açılır. Bir önceki maddede anlatılan huzur makamını elde etmek için yapılan bir çalışmadır. Bunun için sâlik şöyle tefekkür etmelidir:
Kalp çevresi ilahî bir kaleyle çevrelenmiş, korunmuş bir havuz gibidir. Allah daima oraya nazar eder ve oraya feyizler gelir. Mâsivallah ve özellikle nefis bu havuzla aramıza engeller sokmak ve nurunu/feyzini kesmek ister. Onlara engel olmak için sürekli havuzda nöbet beklemek, Allah’tan gayrı şeylere fırsat vermemek gerekir.
Gönül evi böyle muhafaza edilmezse nefsin vesveseleriyle dolar, mânevî huzur kalmaz. Bütün azalar perişan olur ve kulluk vazifeleri eksilmeye başlar.
Kalpten kastedilen şey insanda bulunan malum et parçasıyla da bağlantılı olan mânevî melekedir. Feyiz o mahalle inmektedir. Kalbin sırları ve hakikati idraklerin üzerindedir.[33]
e. Vukûf-ı Zikrî
Vukûf-ı zikrî Allah’ın zikri için gerekli ve onu tamamlayıcı bir edeptir. Râbıta-i huzûr, vukûf-ı kalbî ve vukûf-ı zikrî birleştirilerek zikir yapıldığında zikrin faydası ortaya çıkar. Vukûf-ı zikrî, lafza-i celâli sûret olarak kalbe nakşederek zamanın çoğunu hafî zikirle geçirmektir. Bu hafî zikri yaparken kalpte ism-i Celâl’in hayal edilmesi, vücudun tamamen sukûna ermesi, dilin damağa yapıştırılması, dişlerin birbirine değmesi, dudakların birleştirilmesi, gözlerin yumulması, nefesin âdet üzere serbest bırakılması, yalnız sağ elin tespihi çevirmek için hareket ettirilmesi gerekmektedir.
Maksat ise bu isimde kalmadan ismin sahibi Zât’a intikal etmektir. Çünkü isimden maksat müsemmâ, bu isimle isimlenendir. Tüm bunlar zikrin kendisi değil, ona ulaşmak için tezekkür, zikir çalışmasıdır. Zikir, hiçbir zaman Hakk’ın gönülden çıkmamasıdır. Tezekkür çalışmasıyla bir hal oluşur, istidat gelişir ve Allah’ın lütfuyla zikrin hakikati hasıl olur.
Allah’ın isimlerinin âlemde tecellileri vardır. Sâlik hangi ismi zikrederse o ismin tecellilerine mazhar olur. O isim zâkirin ruhunun rehberidir, onunla Allah’a yol bulur, yakınlık kazanır. Allah lafzı ise ism-i câmi’ olarak bütün isimlerin mânalarını içinde barındırır. Onu zikreden bütün isimleri zikretmiş olur.
Bundan dolayı Nakşibendiler sülûkta bu ismi tercih etmişlerdir. Teberrüken okunan Kasîde-i Bürde, Hizb-i A’zam ve Delâil-i Hayrat gibi evrâd dışında başka bir vird ile meşgul olmazlar. Derslerinden başka yalnız Kur’an-ı Kerîm ve Hatm-i hacegân’la meşgul olurlar. Sâliklerin Kur’an’dan en fazla dört hizip okumak ve sabah-akşam Hatm-i hacegân’ı ifa etmek dışında bütün vakitlerini lafzatullahı zikrederek geçirmeleri gerekir.
Sâlik zikirden lezzet almıyorsa kabahati kendinde aramalıdır. Günah ve haram olan şeylerle meşgul olmak zikir lezzetini hapsetmektedir. Zikirden istifade edebilmek için dört şeyden korunmak gerekir: Birincisi küçük-büyük demeden günahlardan kaçınmak; ikincisi tarikat adabına itiraz etmemek; üçüncüsü şeyhe itiraz etmemek; dördüncüsü edepleri terk etmemektir. Zikri uyku zamanına ve dar zamanlara bırakmamak gerekir.
Mânevî daralma olarak adlandırılabilecek kabz hali de zikrin lezzetine mânidir. Kabz, günahlara düşmek, halkın eziyeti ve dünyaya bağlanmaktan dolayı oluşur. Kastamonulu Şeyh Hasan Hilmi Efendi kabzın çaresini şu şekilde göstermiştir: “Kabzın sebebi günahlarsa tevbe etmeli, iptila veya dünyaya bağlanmaksa Allah’a teslim olmalı ve tevekkül etmelidir.”
Zikrin feyzine mâni bir hal varsa tevbe temek, zikir mahallini değiştirmek, taze abdest almak, gusletmek, fakirlere merhamet ederek yardımda bulunmak, cenazelere katılarak teşyîlerine yardım etmek gibi amellerle bu hal giderilebilir.[34]
f. Vukûf-ı Adedî
Zikrin bir başka edebi, zikrin sayısına dikkat etmektir. Tespih ile zikrederek sayının unutulmamasına ve eksik bırakılmamasına dikkat edilmelidir.
Sayının belirlenmesi sünnettir. Bu sebepten Şâh-ı Nakşibend buna riayet etmiş, yolun pirlerinden Hâlid-i Bağdâdî ve Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî de bu görüşe uymuşlardır.
Zikrin sayısına dikkat etmekle zikrin bazı özellikleri zuhûr eder. Peygamberimizin namazda ve sonrasında tesbihat, günlük istiğfar gibi bazı zikirlere adet tayin etmesi sebebiyle sünnete uyulmuş olur. Peygamberin ve evliyanın tayin ettiği sayılarda bazı sırlar da vardı. Bunlara uymak kişiyi o sırların zuhuruna götürür.
Hâlidî yolunda kalp zikrinin en azı beş bindir. Bundan az olması ancak teberrük içindir. Kalp zikrinden sonra zikir ruh, sır, hafî, ahfâ, nefs ve cisim latifelerine nakleder ve her birinde zikir bin adet artar; tamamı on bir bin olur. Zikri şeyhin tarif ettiği üzere bundan az yapmamak gerekir. Ancak müsait olunursa daha fazla yapmak güzel olur.
Sayıya riayet etmenin en önemli faydalarından biri nefsin vesveselerinden emin olmaktır. Aksi durumda şeytan sâliki kandırır ve zikrinden şüpheye düşürür, beş yüzü beş bin gibi gösterir.
Vukûf-ı zikrî, zikrin sayısını tek tek saymak değil, tespihin kaç defa döndüğünü bilmektir. Özür durumlarında zikrin adede riayet etmeden de ifa edilmesi mümkündür.[35]
g. Bâz-Geşt
Zikrin bâtınî adabının yedinci ve sonuncusu olan bâz-geştin mânası niyeti sıhhatli ve sağlam kılmaktır. Bu mânasıyla bâz-geşt her zaman tekrarlanmalı ve hatırlanmalıdır. Bilhassa her yüz tespihte bir ve zikir esnasında havâtır geldiği zamanlarda bâz-geşt’e ihtimam etmek gerekir.
Bâz-geşt, İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî lafzıdır. Mânası; “Yâ Rabbi, maksadım sensin ve ben senin rızanı istiyorum” dur.
Bâz-geşt ile sıdk, doğruluk birleşirse sâlik Allah ile bir pazarlık yapmış gibi olur. Bu pazarlık Allah’ın rızası mukabilinde nefis ve düşman ile savaşmaktır. Bunun dışında hasıl olan her şey dava, boş iddia ve itibarsız sözlerden ibarettir.
Bâz-geşt, bütün iddialardan yüz çevirip Allah’ın rızasına kilitlenmektir. Keşif, keramet, tayy-ı mekân, izhâr-ı nûr, keşf-i kubûr gibi yolun semeresi olan şeyleri görse dahi kişi onlara iltifat etmemeli, onları ayne’l-yakîn görse dahi asıl maksadın kulluk olduğunu hatırlayarak yoluna devam etmelidir. Peygamberimizin mirâcı buna misaldir. O, bizim gönüllerimizin kaldıramayacağı onca şey gördü de yine Allah’ın Zât’ını istedi.
Hasılı bâz-geşt, sâlikin sülûku boyunca Zât-ı Bârî’ye vuslat olan hedefini unutmadan, sık sık tashîh-i niyet etmesi ve yolundan kalmamasıdır; çünkü yol eri yolda gerektir.[36]
3. Tesir
a. Zikrin Tesiri
Zikrin tesiri Allah aşkının lezzetidir, bu sebepten aslında tarifi mümkün değildir. Onu tatmayanlar bilmez. Zikrin lezzeti yüz bin cimâda dahi yoktur. Bu dünya zevklerinin tamamı onun bir zerresi etmez, onu bir koklasan cennet zevkleri anlaşılır.
Zikrin tesirinden mânevî bir hararet, muhabbet ve gözyaşı hasıl olur. Hararetle tüyler ürperir, neşesinden kişi mest olur. Tesir oluşmayınca kabahati kendinde görüp çalışmaya devam etmek gerekir. Halini şeyhine arz edip altı şeye dikkat etmek gerekir; az yemek, az konuşmak, az uyumak, haramlardan kaçmak, helalinden yemek ve doğru sözlü olmak.
Az yemek, az konuşmak ve az uyumakta ifrat ve tefrite düşmemek gerekir. Âdet üzere yemek içmek kâfidir, yemeyi-içmeyi tamamen terk etmek bedeni de ruhu da mahveder. Az konuşmak, lüzumsuz laf söylememek, hayır konuşup şerde sükût etmektir. Az uyumak âdet üzere olmalıdır, altı saatten az, yedi saatten çok uyumamalıdır. Fazla uyumak kalbi karartır, katılaştırır. Uyku büsbütün terk edilirse bu sefer vehimler ve hayaller sâliki yoldan çıkarabilir. Uzlet, gayr-i meşru fısk ve fücur işlenen yerlerden kaçınmak, gerekirse evde oturmaktır. Ancak tembel olmamalı, kâra, kazanca ve hizmete gayret etmelidir.
Zikrin tesirini görmeyince umutsuzluğa düşüp onu terk etmemeli, gözyaşlarıyla Allah’a yalvararak yoluna devam etmelidir. Ancak unutmamalıdır ki maksat tesirde değildir, zikir tesir için yapılmaz.
Zikrin tesiri olmadan huzur hali hasıl olmaz, feyiz zuhur etmez. Yolun sonuna gelmişler içinse zikrin tesiri cezbedir. Cezbeyi bulmak için zikrin tesirini gözetmek, kalbi vahdet güneşine ayna haline getirmek gerekir.[37]
b. Rabıtanın Tesiri
Rabıta; ölüm, mürşit ve huzur rabıtası olmak üzere üç kısımdır. Bunlar icra edildiğinde bazı tesir emareleri belirir. Bazen vücut titremeye başlar, bazen his ve duyarlılık kaybolur. Üşür gibi bir hal, yanar gibi hararetlenmek, sarhoş gibi sersemleşmek, neşeli veya hüzünlü bir durum da rabıtanın tesirinin belirtileridir. Kendini yerlere atar, ölü gibi sessiz olabildiği gibi deli gibi çığlık da atabilir. Sâlikler çeşitli hallere sahip oldukları için böyle tecrübeler yaşayabilirler.
Mürşit rabıtasıyla feyiz kapıları müridin önüne açılır. Ölüm rabıtasıyla kalpler hüzün bulur, gönül Allah’ı düşünmenin zevkine erer. Huzur rabıtasıyla zuhuratlar meydana gelir. Bu tesirler oluşuncaya kadar rabıtadan ayrılmamak gerekir. Tesir oluşmazsa kişi kendini kınamalı ve şeyhine muhabbetini ziyade edip itirazdan kaçınarak çare bulmalıdır.
[1] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 18
[2] Abdurrezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, 46
[3] Kuşeyri, Risâle, çev. Süleyman Uludağ, 456.
[4] Mehmed Zahid Kotku, Risâle-i Hâlidiyye ve Âdâb-ı Zikir Risâlesi, 79.
[5] Kuşeyri, age., s.455.
[6] Abu Nasr Serrâc Tûsî,, el-Lüma’ İslam Tasavvufu, çev. H. Kamil Yılmaz, 153.
[7] Bu madde için Recep es-Sakâ’nın er-Ravzatü’l-Behiyye isimli eserinden naklen bk. Hür Mahmut Yücer, Sa’dilik, 285.
[8] Dilaver Gürer, Abdülkâdir Geylânî Hayatı Eserleri Görüşleri, 385
[9] Abdülhalim Kenan, Rehber-i Sâlikîn, 70-71.
[10] Abdullah Salahaddin Uşşâkî, Uşşâkî Sâliklerin Adabı (Tuhfetü’l-Uşşakiyye) trc. Şeyh Abdurrahman Sâmî-yi Uşşâkî, hzr. Mahmut Erol Kılıç, 60.
[11] Karabâş-ı Velî, Miyâr-ı Tarîkat, hz. Mustafa Tatçı-Cemal Kurnaz, 64.
[12] Mehmet Cemal Öztürk, Cerrâhîlik, 96.
[13] Halil Baltacı, Necmeddîn Dâye Râzî, 305-306.
[14] İbni Ataullah İskenderî, Gönüllerin Neşesi Zikir, çev. Abdullah Mağfur, 53-59.
[15] Muhammed Pârsa,, Muhammed Bahâeddîn Hazretleri’nin Sohbetleri, çev. Necdet Tosun, 44-45.
[16] age., 46-52.
[17] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, çev. Abdülkadir Akçiçek, c.I , s.396.
[18] Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, 54.
[19] Halil İbrahim Şimşek,, Osmanlı’da Müceddidîlik, 253.
[20] Muhammed b. Abdullah Hânî, Adab, çev. Ali Hüsrevoğlu, 209.
[21] Hüseyin Hamdi b. Hüseyin, Hasbihâlü’s-Sâlik fî Akvemi’l-Mesâlik, 48.
[22] Mustafa Fevzi, Risâle-i Ziyâiyye, 210-211.
[23] age., 121-215.
[24] age., 215-217.
[25] age., 218-220.
[26] age., 220-223.
[27] age., 223-225.
[28] age., 225-228.
[29] age., 228-229.
[30] age., 230-235.
[31] age., 235-257. Rabıta konusu ve Mustafa Fevzi Efendi’nin rabıta hakkındaki görüşleri için bkz. Mustafa Fevzi, İsbâtü’l-Mesâlik, Giriş bölümü.
[32] age., 257-258.
[33] age., 264-265.
[34] age., 265-269.
[35] age., 269-271.
[36] age., 271-274.
[37] age., 274-277.