Zikir, anmak, hatırlamak, yad etmek manalarındadır. Allah’ı anmak ve hatırlamak, onu unutmamak (nisyan) ve gaflet halinde olmamaktır.[1] Arapça unutmanın zıddı olan hatırlamayı ifade eden bir kelimedir.[2]

“Zikir Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’ya giden yolda (riayeti lüzumlu) kuvvetli bir esastır, hatta bu yolda temel şart zikirdir. Devamlı zikir müstesna, başka bir şekilde hiçbir kimse Allah’a ulaşamaz”[3]
“Kur’an-ı Kerimde zikir kelimesi türevleriyle birlikte iki yüz elliden fazla yerde geçmektedir. Bu kavram bazen Kur’an manasında, bazen de namaz manasında kullanılmışsa da bu kullanımlar da zikrin mutlak ve genel kapsamı içine girmektedir. Zira Kur’an’ın kendisi bizzat Allah ile ilişkimizi hatırlatan ve O’nunla “elest bezmi”nde yaptığımız sözleşmeyi önümüze koyan bir uyarıcı mesaj ve zikirdir.”[4]
“Kur’an’ı biz indirdik, biz. Onun koruyucuları da şüphesiz ki, biziz” (Hicr,15/9) ayetinde zikirden kasıt Kur’an olarak ifadesini bulmuştur.
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağırıldığı (nız) zaman hemen Allah’ı zikretmeye gidin. Alışverişi bırakın. Bu, bilirseniz sizin için çok hayırlıdır.” (Cuma, 62/9) ayetinde Hasan Basri Çantay zikirden kasd edileni Beydavî ve Celaleyn Tefsirlerinden mülhem olarak Cuma namazı ve hutbe olarak açıklamaktadır.[5]
“Biz senden evvel de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını (peygamber olarak) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun.” Ayetini meal ederken getirdiği açıklamada Çantan şu ifadeleri kullanmıştır: “Ehl-i kitabın alimlerine (Medarık). Bazılarına göre “ez-zikir”den murad Kur’an’sır. Buna göre ehl-i zikir Kur’an’ı hakkıyla bilen mü’minlerdir (Hâzin)”[6]. Yine birçokları bu ayette geçen ehl-i zikirden maksadın alimler olduğunu, buna göre zikirde ilim manasına geldiğini söylemişlerdir.
Yukarıda verdiğimiz örnekler bir yana konumuz olan tasavvufi manada zikir kavramını inceleye bilmek ve ayetlerden örnekler verebilmek için belli bir sınırlamaya gitmek mecburiyetindeyiz. Nitekim yukarıda izah ettiğimiz gibi çok şumullü bir mana taşıyan zikir kavramını ancak bu şekilde toparlamak mümkün olacaktır. Biz burada Allahı anmaya teşvik eden ve bu hali öven ayetlerle iktifa ederek bölümü bitirmek istiyoruz.
“Öyleyse siz beni (taatle, ibadetle) anın, bende sizi (sevap ile, mağfiret ile) anayım. Bir de bana şükredin nankörlük etmeyin.” (Bakara,2/152) Allah’ı her ne şekilde olursa olsun anıp, hatırlamanın karşılığı mü’min kişi için en büyük mükafat olarak Allah tarafından anılmaktır. Bu Yunus Emre’nin ifadesiyle “Acep Rabbim bana kulum diye mi” mısrasıyla açıklanabilecek kulluk makamıdır.
Allah’ın herhangi bir emrini yerine getirmek veya yasağından kaçınmak zikirdir. Bunun dışında herhangi bir vakitle sınırlı olmaksızın, her halde ve durumda Allah’ı anma çalışması olarak tezekkür yapılabilir. Aşağıdaki ayet bunu ifade etmektedir:
“Artık namazı bitirdiğiniz vakit ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzereyken Allah’ı anın.” (Nisa,4/103)
Zikir tasavvufî eğitimde sâlikin seyri için bir eğitim metodu ve arınması için gerekli şeyleri içeren bir arındırıcıdır. Henüz olgunluğa ermemiş mürid için manevi hastalıklarının ilacı ve tatminsizliklerinin devasıdır. Bu sebeple mürşid müridine hastalığına göre gerekli dozda zikir vererek onu tedaviye, iyileştirmeye ve tatmine ulaştırır.
“Bunlar; iman edenlerdir. Allah’ın zikriyle gönülleri (vicdanları) huzur ve sükuna kavuşanlardır. Haberiniz olsun ki kalpler ancak zikrullah ile oturaklaşır (olgunlaşır)” (Ra’d,13/28)
Tasavvufun gereklerinden biri de zikr-i müdâmdır. Bu yola giren kimsede zikir bir meleke halini almadıkça o kimse olgun sayılmaz. Her ne vaziyet ve halde oldursa olsun mürid “el karda, gönül yarda” esasına istinaden dünyevi veya uhrevi her işini zikir neş’esiyle yapmak durumundadır. Ayette geçen “rical” tasavvufi manada “er kişi, insan-ı kâmil” kavramını da karşılamakta ve onun bir sıfatını gözler önüne sermektedir.
“(Öyle) adamlar (vardır ki) onları ne bir ticaret ne bir alışveriş Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekât vermekten alı koymaz.” (Nur, 24/37)
En faziletli ve en büyük ibadet elbette Allah’ı anmaktır. Çünkü zikir tek başına tezekkür manasına geldiği gibi, bütün ibadetleri de kapsayan, onların özünde yer alan O’nu hatırlamak manasına da gelmektedir. Kur’an’da bu şu şekilde ifade edilmektedir:
“Allah’ı zikretmek elbette en büyük (ibadet) tir.” (Ankebut, 29/45)
Allah’ı zikrin keyfiyetiyle birlikte kemiyeti de ayetlerde yer almaktadır. Kur’an Allah’ı “çok zikretmeyi” emrediyor. Hadiler Allah’ı az zikretmenin münafıklık alameti olduğunu söylüyor. O zaman imanın kemali Allah’ı çok anmak hatta hiç unutmamakla alakalandırılmış bulunmaktadır.
“Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin. O’nu sabah, akşam tesbih (ve tenzih) edin.” (Ahzab,33/41-42)
“…Allah’ı çok zikreden erkeklerle (Allah’ı) çok zikreden kadınlar (işte) bunlar için Allah mağfiret ve mükafatlar hazırlamıştır.” (Ahzab,33/35)
“Kulum beni zikrettiği zaman beni nasıl sanıyorsa ben öyleyim, onunla beraberim. Kulum beni kendi içinde anarsa ben de onu kendi nefsimde anarım. Beni cemaat içinde anarsa ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana bir kulaç yaklaşırsa ben ona iki kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.” (Müslim, Zikir,6) Zikir kul ile Allah arasında bir irtibattır. İnsanlar arasında mürüvvet sahibi bir kimseden nasıl davete icabet beklenirse, her şeyin yaratıcısı ve merhametlilerin en merhametlisi, davetlere icabet edici olan Allah’ta kendisine nida eden kulun hitabını elbette geri çevirmez. O kulunun marifeti seviyesince kendi bildiği bir keyfiyetle kulunu elbette daha hayırlı bir şekilde anmakta ve onu mükafatlandırmaktadır. Mükafatların en büyüğü ise Allah’ın kuluna yaklaşması ve kurbiyyet zevkini ona tattırmasıdır.
Muaz b. Cebel, Allah’ın Rasulü’nden duyduğu son sözün şu olduğunu anlatıyor: “Allah’a hangi amel daha hoş gelir” dedim. “Dilin Allah’ı anmakla ıslanmış olarak ölmen” dedi. (et-Tergib,2/395) Amelleri makbul ve şerefli kılan özellik zikirle yani bilinçli olarak yapılmalarıdır. Bu sebeple hadis-i şerifte söyle buyurulmaktadır: “Size amellerinizin en iyisini, Rabbinizin huzurunda en temizini ve derecelerinizin de en yükseğini, altın ve gümüş infak etmekten daha hayırlısını, düşmanla karşı karşıya gelip siz onların, onlar sizin boyunlarınızı vurmaktan daha iyisini söyleyeyim mi?” dedi. “Evet” dediler. “Allah’ı anmak” dedi. (Tirmizi, Daavât,6). Zikir ibadette agahlığı ve bilinci sağlayan bir fonksiyon görmektedir. Bunun için kulun daimî zikir halini kazanması ve bunu meleke edinmesi gerekir. “Dilin Allah’ı anmakla ıslanması” zikr-i müdâma işarettir.
İnsanın amellerini fiillerinin hasılasının toplandığı yer kalptir. Gözle, kulakla, dille, hisle ve diğer duyularla yapılan tüm amellerin neticesi olumlu ya da olumsuz kalp havuzunda birikir. Yapılan işler hayırlıysa kalp nurlandığı gibi kötü işler olmuşsa kalp kirlenir. Pişmanlık ve tevbe olmaksızın bu işlere devam edilmesi durumunda kalp giderek katılaşır ve hakka ve hayra karşı duyarsız hale gelir. Bu durumda şu hadis imdada yetişmektedir:
“Her şeyin bir cilası vardır, kalbin cilası da Allah’ı anmaktır. İnsanı Allah’ın azabından en çok koruyacak şey, ancak zikrullahtır.” “Allah yolunda cihad da mı (zikirden hayırlı) değil” dediler, “Hayır, kesilinceye kadar vuruşsa dahi” dedi. (et-Tergib,2/396). İmanın en önemli özelliği kalp ile tasdiktir. Ameller niyetlere göre değerlendirilir, niyetlerin merkezi kalptir. Bu sebeple kalbin safiyeti imanın salahı ve amelin sıhhati için elzemdir. Bu durumda kalbin zikirle cilalanarak saffet kazanmasına cehd ü gayret etmek, savaş meydanlarında şehid edilmekten daha önemli olmaktadır. Nitekim şehadet dahi kalpte Allah rızası için cihad etme niyeti şartına dayanmaktadır.
Her insanın maddi ve manevi hayatı vardır. Maddi hayatın düzenlenmesi bedenin ikamesi için şart olduğu gibi, manevi hayattın sıhhati de ruhun bekası için şarttır. Her halükârda beden ölümle yokluğa bürünmekte ruh başka bir alemde başka bir keyfiyete adım atmaktadır. Baki kalan ruhun sıhhatini zikirle tedarik etmek şarttır. Bu ihtiyacı gidermeyen kimsenin ruhu ile buna gayret eden kimsenin misali hadiste şöyle ifade edilmiştir:
“Rabbini zikredenle etmeyen, diri ile ölü gibidir.” (Buhari, Daavât,67)
Allah’ı zikretmenin belli bir şekli yoktur. Kişi cehri veya hafi, yalnız veya topluluk halinde Allah’ı anabilir. Ancak toplulukla yapılan ibadetler İslam’da her zaman teşvik edilmiştir. Burada cemaat olma ruhunu perçinlemek, aynı düşünceye, aynı inanca sahip kimselerin aynı zevkleri tatmalarını sağlamak, ibadetin kabulünü gözetmek gibi maslahatlar güdülmüştür. Ayrıca zikir ehliyle alakalı da şu müjdeler verilmiştir:
“Bir topluluk oturup Allah’ı zikrederse melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar, üzerlerine sekine (huzur) iner ve Allah onları yanındakilere zikreder. (Müslim, Zikir,1; Daavât,8)
Cennet bahçelerini gördüğünüzde orada otlayınız” dedi. “Cennet bahçelerinedir” diye soruldu. “Zikir halkalarıdır” buyurdu. (Tirmizi, Daavât,83; İbn-i Hanbel, III,150)
Ehlullah alemin beka direkleridir. Onlar alemin yaratılış gayesi insan-ı kâmil numuneleridir. Onlar var olduğu sürece kıyamet kopmayacaktır. Kelime-i tevhidi hakkıyla ilan eden son kimsenin de ruhu kabz edildikten sonra kıyametin kopacağına dair hadisler vardır. Nitekim yaratılış gayesi sona erdiğine göre alemin devamlılığının da bir manası kalmamaktadır. Bu sebeplerden zikri ehlini ve özellikle onlar arasından kemal sahibi insanları taltif eden, makrokozmoz ve mikrokozmoz arasında manevi bir bağ kurmamıza fırsat veren şu hadis dikkat çekicidir:
“Allah, Allah diyen bulunduğu sürece kıyamet kopmaz.” (İbn Mace, Edeb,53; Tirmizi, Daavât,6)
Tasavvuf kavramları içinde en fazla yer alan ve kendisine en geniş bir biçimde yer verilen kavramlardan biri önemine binaen zikir kavramıdır. Hatta tasavvuf denince akla gelen ilk şeylerden biri zikir olduğu gibi, zikir denince de akla tasavvuf ehli gelmektedir. Literatür içinde hakkında yazılan risaleler, adabını ve erkanını ifade eden kitaplarla en önde yerini almaktadır.
Kuşeyrî Risale’de “Zikir Hakk Sübhanehu ve Teala’ya giden yolda (riayeti lüzumlu) kuvvetli bir esastır, hatta bu yolda temel şart zikirdir. Devamlı zikir müstesna, başka bir şekilde hiçbir kimse Allah’a ulaşamaz”[7] derken zikri Allah’a ulaşmanın mutlak şartı olarak görmektedir. Yine üstadı Ebu Ali Dakkak’tan rivayet ettiği şu sözle kanaatini desteklemektedir: “Zikir veliliğin menşuru (fermanı) dur. Bir kimse zikre muvaffak olursa ona velilik menşuru verilir. Zikirden mahrum bırakılan kimse (velilikten) azledilir”[8].
Zünnûn Mısrî diyor ki: “Hakiki manasıyla Allah Teala’yı zikreden zakir O’nun zikri yanında her şeyi unutur. Allah Teala onu her şeyden muhafaza eder, (istiğrak halinde bulunan kul fena halinde ilahi himayeye girer) kul için Allah her şeye bedel olur”[9] Bu sözüyle Zunun Mısrî zikrin özünde bulunan tanımı yapmaktır. Zikir Allah’ı unutmamaktır, ondan gafil olmamaktır. Bu durumda fenafillah olan kula Allah yeter. Yine Vasiti “Zikir, Allah’ı şiddetle sevmek ve korkusunun galibiyeti altında bulunmak şartıyla gaflet meydanından müşahede fezasına çıkmaktır”.[10] derken zikri derin gafletten devamlı huzur ve müşahede ile agahlık haline geçmek olarak vasıflandırmakta, zikirle muhabbet ve havfı birlikte açıklamaktadır.
Zikir üç yerde olur: 1.Dilde, 2.Kalpte, 3.Sırda. Her üçü de önemli olmakla birlikte asıl üzerinde durulması gereken kalp ve sır ile zikirdir. Tasavvufta “zakir” sıfatıyla kastedilen kişi kalbiyle Allah’ı zikredendir. Kalbi ile zikretmeyen, yalnızca dili ile zikreden, aslında zakir değildir. Asl olan dil değil kalptir. Dil ancak kalbin hizmetçisi ve tebası olabilir. Kalp olmaksızın dil ile yapılan zikirde hayır yoktur.
Kalp ile zikir sayesinde insanın yükü hafifler. Üzerinden ağırlık kalkar. Taat, masiyet kirinden temizlenir. İşte o zaman Allah kulunu zikreder. Kul Allah ile meşgul olur…Kalp Allah’ı zikirde daim olunca, ona marifet, ilim, tevhid, tevekül, i’raz gelir. Zikrin devamı dünya ve ahrette hayrın devamına sebeptir.[11]
Şu durumda zikrin çeşitli faydaları bir tarafa tasnifi meselesi önümüze çıkmaktadır. Zikirle alakalı çok değişik ve farklı tasnifler mevcuttur. Bunlar uygulamalar esas alınarak, ya da zikir usulünün kimden geldiğiyle alakalı olarak adlandırılabileceği gibi cemaat halinde ya da ferdi olarak yapılması da zikir tasnifine isi olmuştur.
Buna rağmen en bilinen ne şümullü tasnif hafî ve cehri olarak iki şıkta incelenen tasniftir. “Zikir, gizli ve aşikâr (hafi ve cehri) olmak üzere iki şekilde yapılır. Her ikisi de zaman ve zemin, hatta kişinin o andaki durumuyla yakından alakalıdır…. Ayet e hadislerde iki zikir çeşidi de tavsiye edilmiştir. Tarikatların kimi aleni, diğer bir kısmı da gizli (hafi) zikri, tarikatlerinin rüknü saymışlardır. Silsileleri Hz. Ali (ra) vasıtasıyla Resulullah (sas)’a ulaşanlar zikr-i aleni’yi, Hz. Ebu Bekr (ra) vasıtasıyla ulaşanlar ise, zikr-i hafî’yi benimsemişlerdir”.[12]
Nakşbendîlik, bazı istisnaları olmakla birlikte genel prensip olarak hafi zikri yani sessiz zikretmeyi esas almıştır. Hafi zikir uygulaması bu tarikata h.VI. ve VII. Asırlarda Hâcegân’ın kurucusu Abdülhalık Gücdevânî ile başlamıştır.[13]
“Ahmed Serhendi tarafından tesis edilen Nakşbendîyye’nin Müceddidiyye kolunda başlıca iki tür zikir vardır:
- İsm-i Zât (Allah) zikri
- Nefy ü İsbat (kelime-i tevhid, Lâ ilâhe illallah) zikri
Bu zikir usulleri önceki Nakşbendî şeyhlerinden tevarüs edilmiştir. Sirhindi’ye göre ism-i zat zikri daha ziyade “cezbe”, nefy ü isbat zikri de “süluk” ile irtibatlıdır. Nakşbendîler önce “Allah” ismini zikreder, belli bir olgunluğa ulaştıktan sonra “Lâ ilâhe illallah” zikrine geçerler. Dolayısıyla bu tarikatta cezbe, süluktan önce gelir”.[14]
Hâlid-i Bağdadî müridlerine hitaben yazdığı bir mektupta Nakşbendî-Hâlidiyye kolunun zikir adabını şu şekilde açıklamaktadır:
“…Kalbini her şeyden boşaltarak lafza-i celali ve manasını, eşi ve benzeri olmayan zatı kalbinde tasavvur eder. Zaten ism-i akdetsen anlaşılan da odur. Lafza-i celalin delalet ettiği mana ile kalbini dolduracaktır. Kalbini bu düşünceyle doldurmasına vukûf-i kalbi denir… Sonra kalbiyle zikre başlamalıdır…Her yüz çektiğinde veya daha az miktarda “Allahümme ente maksûdî ve rızake matlûbî” cümlesini tekrarlamalıdır. Müridin kalbi istese de başka şeyleri düşünemeyecek ve Allah’ın zikrinden gayrisinin giremediği bir durumda Ruh latifesine geçilir. Ruh latif bir cisim olup, sağ memenin altındadır. Sonra da Sırr’a geçilir. Sırr sol memenin üstünde, kalbin yukarısındadır. Sonra Hafâ’ya geçilir. Hafa sağ memenin üstündedir. Ruhun yukarısındadır. Sonra Ahfa’ya geçilir. Ahfa göğsün ortasındadır.
Bu beş letaif emir alemindendir. Hiçbir madde yaratılmadan önce Cenab-ı Hakk bunları “Ol (Kün)” emriyle yaratmıştır…. Daha sonra zikir nefs-i Natıkaya geçilir. Bu nefsin yeri dimağdır. Diğer dört unsur nefse dahildir…Nefis latifesinde zikir sağlamlaşıp yerleştiğinde zikr-i sultani hasıl olur. Zikr-i sultani demek zikrin bütün vücuda yayılması, hatta her yerde zikrin görülmesi demektir.
İkinci zikir nefy ü isbat zikridir. “Lâ ilahe illallah” kelimesiyle yapılan zikirdir. Adabı ve keyfiyeti şöyledir: “Birinci zikirde olduğu gibi dil üst damağa yapıştırır. Nefesini göbeği altında tutar. Sonra göbekte “Lâ”’yı düşünür. Göbekten dimağa kadar bir çizgi şeklinde çeker. Oradan “ilahe” lafzını sağ omzuna çeker. Sağ omuzdan “illallah” lafzını çam kozalağı şeklindeki kalbe indirir. O kadar kuvvetli vurmalıdır ki hararetiyle bütün vücud etkilensin. Nefy tarafı olan “Lâ ilahe” lafzıyla tüm sonradan yaratılmışları nefyedecektir. İspat tarafı olan “illallah” lafzıyla da Hakk Tealayı isbat edecektir. Ona beka gözüyle bakacaktır… Kelime-i tevhidi nefesinin kuvvetine göre tekrarlamalıdır. Nefesini ancak tek sayılarda bırakmalıdır. Her nefesini bırakmadan evvel kalbiyle “ilahi ente maksudî ve rızake matlubî” demelidir…. Bir nefeste yirmi bir sefer “lâ ilahe illallah” söyleyecek seviyeye geldiğinde kendisinden gafil olma ve zikirde gayb olma hali hasıl olur. Buna zikrin neticesi denir…Salik zikirde çalışıp hakkıyla gayret gösterirse, menfi olanları yok edip, müsbet olanlarda sabit durursa ve netice de hasıl olursa kendisi için “murâkabe” gerekir.[15]”
[1] Uludağ, age, s.588
[2] Cebecioğlu, age,728
[3] Kuşeyri, age, s.367
[4] Yılmaz, age, s.99
[5] Çantay,Hasan Basri,Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm,İstanbul,1993,s.554
[6] Age,322
[7] Kuşeyri, age,367
[8] age, s.368
[9] age, s.368
[10] age, s.368
[11] Gürer,Dilaver,Abdülkadir Geylani,İstanbul,1999,s.217-218
[12] Eraydın, age,128-129
[13] Tosun, age,301
[14] Tosun, Necdet, İmam-ı Rabbani Ahmed Sihrindî, İstanbul,2005, s.52
[15] Bağdâdî,age,s.182-184